10 Aralık 2010 Cuma

Rutin

Yataktan çıkmak o gün ayrıca bir zor gelmişti. Havaların birden bire soğuması ile sonbahar yüzünü gösterivermişti. Üç gün öncesine kadar ter içinde uyanmasına neden olan havalar, bir gün içinde gayet serin sonbahar havasına bürünmüştü. Geceleri örtünme ihtiyacı yazın bittiğini haber veriyordu. Neredeyse sürünerek kalkıp banyoya doğru yönlendi. Aslında havalar bahaneydi.  Yataktan kalkamamasının asıl nedenlerinden biri hayatındaki müthiş rutinlikti. Her yeni gün bir öncesinin neredeyse tıpatıp aynısıydı. Ama can sıkıcı olan, aslında yaşanmaması gereken , bir daha olmaması gereken tatsız olayların rutin haline gelmesiydi.  Hayatı daha da çekilmez kılan işte bu rutinlerdi.
Elbette bir Amerikalı, yada bir Almanda günlük yaşamının rutin olduğundan şikayet edebilir. Ama bu rutinliğin bizdekinden çok çok farklı olduğu aşikardır. Daha kapıdan sokağa adım atar atmaz başlayan rutin trafik kargaşasının gelişmiş ülkelerde yaşandığını söylemek güçtür.  Bu Almanın yada Amerikalının her sabah işine giderken yol boyunca önüne atlayan, hoplayan, zıplayan görgü ve saygı yoksunu vatandaşları bulunmaz örneğin. Yada 17 km’lik bir yol için 1 saatlerini harcamazlar.. En azından böyle bir rutinleri bulunmuyor..
Okulların açılmasına çok az bir süre kaldığından trafiğin son rahat günleriydi.  Bunu düşünüp biraz keyiflenmeye çalıştı. Hani hep mailler dolaşır ya ortalıkta; “anı yaşamıyoruz, geçip gidiyor” diye.. Evet bu anı yaşamak isteği ile kabus trafiği düşünmeden yola koyuldu her sabahki gibi.. Gerçekten kabus oluyordu okullar açıldıktan sonra trafik memlekette yoksa.. Bir Almanın hayatı boyunca göremeyeceği saygısızlık ve görgüsüzlüğü o her sabah görüyordu oysaki.. Böyle bir rutini vardı..
Gazetesini alıp sahildeki çay bahçesine oturduğunda, işte günlük hayatının en sevdiği rutini başlıyordu. Boğazın belki de en güzel manzarası eşliğinde çay içmek, mesela bir  Almanın hayatında olmayan bir rutindi. Boğaz Köprüsü, tarihi yarımada ve Kızkulesi üçgeninde sahile vuran dalgaların rutini kolay kolay vazgeçilemeyecek bir  görüntü sunuyordu.  Oysa gazetenin ilk sayfasından itibaren başlayan haberler silsilesi, memleketin içinde bulunduğu durumun aslında ne kadar terkedilesi olduğunu her satır arasında haykırıyordu. Zaten gidesi vardı hemen ilk uçakla, insanların sabah kalktıklarında ülkenin yerinde durup durmadığını merak etmedikleri  memleketlere.. Yönetim şekli mi değişti?  Deprem mi oldu? Kriz mi çıktı? Ormanlar mi yandı? Sokağın ismi mi değişti? Hayır isim değişmedi sadece numara değişti.. Üstelik tüm bu olanlar sadece işe gelene kadar yaşananlardı her sabah.  Henuz iş başlamamıştı bile.. Önce bir memleketi halledelimde sonra sıra işe de gelecekti nasıl olsa..
Gazeteyi bitirdiğinde yeni bir şey öğrenmediğini farketti.. Son günlerde yaşanan bir polemikte ünlü bir sanatçının dediği gibi, “cehalet okyanusunda” yeni sığlıklardı yazılanlar. Zaten yeni ve farkli bir şey öğrenmeyi de beklemiyordu doğrusu. Gündem hiç bir ülkede olmadığı kadar hızla değişmesine rağmen, yeni bir şeyin olmaması kadar acı bir durum yoktur herhalde diye düşündü. Son dönemde gelinen tüketim toplumu hali ile her yeni haber yada olayda hemen tüketilip, çöpe atılıyordu adeta..Müthiş bir hızla akan hayatın yansıması mı idi hızlı gündem, yoksa bu hızlı gündem nedeniyle mi hayat hızlı akıyordu ayırt etmek çok güçtü. Üstelik bu müthiş hızlı hareketler memleketi daha iyi mi yapacaktı? Kaybettiğimiz yılları kapatmak istercesine koşturmak, hemde maraton koşmak gerekliydi elbette ama bu koşu o maraton mu, yoksa halk koşusu muydu?
İşe geldiğinde yataktan kalkalı 2 saati geçmişti bile. Şimdi de işin rutini başlıyordu. Eh bunun da diğer rutinlerden aşağı kalır yanı yoktu maalesef. Burada da çok rahatlıkla diğer ülkeler ile olumsuz anlamda kıyaslama yapılabilir durumdaydı. Akdeniz ülkelerinin iş yapış şekilleri ile kuzey ülkelerinin disiplini, planlaması gibi ciddi farklılıklar tartışılabilirdi. Burada da ciddi bir maraton koşusuna ihtiyaç olduğu kesindi. Geleneksel olarak insan hayatının ve emeğin ucuz olduğu memleketimizde hem iş yapış şekilleri hemde bunun için gerekli olan motivasyonun farklı rutinler ile sağlanması kaçınılmazdı. En azından böyle düşünüyordu.
Gün bitipte dönüş yolculuğu başladığında, yolculuğun en keyifli anı kuşkusuz motorla geçilen boğaz yolculuğu idi. Ama tüm güzellik ve yaşanılan ferahlık, akşamları Mumbai’den farksız olan Üsküdar Meydanına inildiğinde hoş bir sada olarak uzaklarda kalıyordu. Yerin altında devam eden son teknoloji ürünü Marmaray inşaatına nazire yaparcasına, yukarıda yerin üstünde yürünecek insan gibi bir kaldırımın olmayışından, yoğun bir seyyar satıcı, dilenci terörüne değin yaşanan manzaralar, daha doğrusu zıtlıklar her akşam yaşanan başka bir rutindi.
Hiç bir şey yapmasa bile tüm bunlar yeteri kadar yorucuydu aslında. Hem fiziksel, hemde ruhsal yorgunlukların sebepleri işte bu rutinlerdi. Normalde olmaması gereken, yada bir daha yaşanmaması gereken, daha doğrusu rutin hale gelmemesi gereken konular, olaylar için harcanan zaman, emek, para vs. yorucu ve yıpratıcıydı. Tüm bunlara göğüs germek gerçekten hiç kolay değildi.
Akşam yastığa kafasını koyduğunda bir gün daha geçmişti işte. Bir gün, bir gün daha. Geçen aslında bir ömürdü, bir daha geri gelmeyecek..
Çözüm neydi peki? İnsan nasıl kırabilirdi tüm bu rutinleri. Yada değiştirebilirdi. Elbette bir sürü farklı fikir geliştirilebilir. İlk aklına geleni kaçıp gitmekti kuşkusuz. Hemde ilk uçakla. Ama bu elbette hemen hiç bir zaman uygulanması mümkün olmayacak, genellikle bir hayal olmaktan öte gitmeyecekti, ama düşünmesi bile keyif verirdi. Diğer çözümler ise aslında rutinleri değiştiremeyecek, ama bu rutinlerin yarattığı ruhsal ve fiziksel tahribatı engellemeye yönelik fikirlerdi. İşte asıl sıkıntıda buydu: rutinleri değiştirememek. Boyun eğmek, alışmak. Ve giderek tepkisiz kalmak bu duruma. Günleri biran önce tüketip, emeklilik için plan yapmak. Bir sahil kasabasına yerleşme planı! Bir Alman yada bir Amerikalının genellikle yapmadığı bir emeklilik planı. Halk koşusu ile geçirilen ve tüketilen günler, bir daha geri gelmeyecek günler.
Küçük kızına sarılarak uykuya daldığında saat gece yarısını geçmiş, çoktan bir gün daha bitmişti.
08/09/2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder