28 Şubat 2011 Pazartesi

Ciğer Tava

Yaklaşık 10 yıldır her sabah girdiği binaya o gün son kez giriyordu. Bu durum sabah kalktığından beri aklından hiç çıkmamıştı. Nitekim binaya girerken duraladı hafif.. Masasına oturduğunda aslında tamamen sıradan, herhangibir gündü. Ama onun son günüydü o ofiste. Profesyonel hayatta olabilecek, ama hiç planlanmamış adeta sürpriz olmuştu bu iş değişikliği. İki banka birleşiyordu ve ona da başka bir grup şirketinde iş önermişlerdi. Hiç düşünmeden kabul edip, bir hafta içinde işlemleri tamamlamış ve işte son günü gelmişti. Henüz çok farkında değildi elbette, ara sıra düşünüyor ama sonra vazgeçiyordu düşünmekten. Çünkü tatsız, beklenmedik ve üstelik iyi olup olmayacağı belli olmayan bir yola giriyordu.
Aslında sorulacak çok soru vardı, söylenecek çok laf. Hatta kızılacak çok insan, küfredilecek çok durum. Hiç birini yapmamaya dikkat ediyordu. Elbette ilk duyduğunda insani tepkiler vermiş ve doğal olarak kızmıştı. Hem sürecin çok hızlı ilerlemesi, hemde ortamı gördükçe bu kızgınlığı yerini bezginliğe bırakmış ve biran önce oradan uzaklaşmak istemişti. Yapacak birşey yoktu ve en doğru hareket geriye  hiç bakmamak sadece ileriye bakmak olduğuna karar vermişti. Kolay değildi bu olgunlukta davranabilmek elbette. Herkesin yapabileceği, kaldırabileceği bir durum hiç değildi. On küsür yıl emek verilen, zaman verilen, efor sarfedilen bir işin son sahnesi böyle mi olmalıydı?
Penceresinden dışarıya baktı. Hava kapalı buz gibi, dalgalar köpük saçarak kıyıya vuruyorlardı. İstanbul’da tipik bir kış günü yaşanıyordu. Sonra masasına döndü, toparlanması gerekiyordu ama içinden gelmiyordu . Bayağı bir eşyasını halletmişti, aslında atmıştı demek daha doğru olurdu. Bir daha ihtiyacı olmayacağını düşündüğü kitap, evrak, rapor vs ne varsa atmıştı. Attıkça hafifliyordu sanki, daha iyi hissediyordu kendisini. Her attığı raporda, kağıtta bir sürü anılar, olaylar aklına geliyor; kah gülüyor, kah somurtuyordu. Her bir kağıtta aslında saatler, günler hatta aylar gizliydi oysaki. Şimdi hepsi tek tek kağıt kıyma makinasından aşağı dökülüyorlardı. Bir yandan da ne kadar hızlı geçtiğine şaşırıyordu zamanın. En başından itibaren gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçiyordu yaptığı işler. Daha dün gibiydi adeta bankaya başladığı günler. Ve hızla akıp geçip gitmişti zaman. İnsan hiç bir zaman nasıl gideceğini, yada nasıl sonlanacağını bilemiyordu işte. Bunu düşünmüyordu hiç bir zaman. Herhalde doğası gereği hep iyi olacağını ve bu şekilde devam edeceğini düşünüyordu.
Yemekte bir kaç arkadaşı ile birlikte gitmekten memnun oldukları, ama bir öğle yemeği için pahalı sayılabilecek lokantaya gittiler. Bu lokanta her zaman mutlu ederdi onları. Yemekler müthiş lezzetli olurdu, hele de tatlılar.. Dayanılmaz olurlardı. En keyifli yemeklerini burada yerlerdi.  Ne garip belkide bu lokantaya da bir daha gelmeyeceğini düşünerek girdi kapıdan içeri. Malum artık bu lokasyonda olmayacağı için öğle yemekleri için buraya gelmesi mümkün değildi. Ama yemekleri görünce keyfi yerine geldi. Aslında hepsi de keyiflendiler. O gün menu yine çok zengindi. Her zamanki yediği ciğer tavadan söyledi ve yanında müthiş yoğurttan. Arkasından gelen sütlü kadayıf ile yemek adeta taçlanmıştı.
Çaylar geldiğinde herkes mayışmış, keyiflenmişti. Aslında bu kadar basitti mutlu olabilmek. Lezzetli bir yemek, tatlı ve bir ince belli bardakta çay. Hayatın bu karmaşasında , koşturmasında üzülmekte çok kolay, mutlu olmakta çok kolaydı.
Çayı yarılamıştı ki, birden bire midesine bir kramp saplandı. Daha önce hissetmediği şekilde bir ağrıydı ve aniden midesi bulanmaya başladı. Çok anlamadı ne olduğunu ama aceleyle lavaboya gitmesi gerektiğini düşünerek hareketlendi. Bulantı artıyordu. Nitekim sarı çinili tuvalette öğürmeye başladı. Çok güzel yapılmış sarı çinileri görecek hali yoktu tabii ki. Bir yandan öğürüyor, bir yandan da ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Herhalde ciğer dokunmuş olmalıydı. Ciğeri düşündükçe midesi daha çok bulanıyor, öğürtü artıyordu. Yüzünü yıkayıp aynaya baktığında suratının allak bullak olduğunu gördü. Garip, geldiği gibi geçmişti bulantı ve karın ağrısı. Arkadaşları suratını görünce meraklandılar. Çünkü giderken hiç belli etmemişti bulantısını ve sıkıntısını. Herkes ciğerin dokunmuş olabileceğini düşünüyordu, hemen masalar arasında dolaşan mekan sahibine aktardılar konuyu. O da şaşırdı. Hiç kimse ciğerden şikayet etmemişti çünkü bugün. Zaten her zaman aldıkları yerden ve yine günlük olarak aldıklarını söyledi. Keza kadayıfta taze yapılmıştı. Çok üzülmüştü adam, birer çay daha ikram etti hemen hepsine.
Evet iyiydi artık ve gidebilirlerdi . Çok istemeselerde ofise dönmekten başka çare yoktu . Hepsi de farkındaydı elbette, çalışmadan hayata devam etmek mümkün değildi; hatta işi çıkardığınızda geriye önemli bir şey kalmıyordu günümüz çalışanlarının hayatlarının. Hayatta var olmanın, kendini ifade etmenin ve hatta tanımlamanın, kısacası kimliklerimizin önemli bir kısmını oluşturuyordu iş hayatı.
Masasına döndüğünde kaldığı yerden devam etmeye başladı. Son kolisini yapıyordu artık. Ciddi bir evrağı attıktan sonra, ağırlıklı olarak şahsi evraklarından oluşan son dosyaları da yerleştirdiğinde hemen hemen toplanmış olacaktı. Topu topu iki küçük kolicikti işte özeti on küsür yılın. Geriye temiz bir masa bırakıyordu, sanki hiç çalışılmamış gibi, hiç orada olunmamış gibiydi baktığında.
Artık yeni bir sayfa açılıyordu hayatında, bu sayfayı olabildiğince temiz, yeni tutmak istiyordu. Ne kadar mümkün olabilecek bunu zaman gösterecekti elbette. Ama o elinden geldiğince böyle hissedip, böyle davranmaya çalışacaktı. Nitekim bu durum gelen telefona kadar devam edebildi. Arayan doktoru idi. Müjdesini istiyordu. Hamileydi.
Telefonu kapadığında tam anlamıyla bir şok yaşıyordu. Sayfa aniden gerçekten bembeyaz olmuştu. Bu haberde yeni bir sürprizdi, yine plansız, hazırlıksız bir durum vardı karşısında. Sevinci, üzüntüsü, kırgınlığı hepsi birbirine karışmıştı. Ne yapıyordu, neden yapıyordu hatırlamıyordu. Ne yapacağını da bilmiyordu. Çevresine bakındı, ofiste herhangibir gün bitmek üzereydi. Hava kararıyor, köprünün ışıkları yanıyordu.
Gülümsedi, ciğer aklamıştı kendisini.

18/02/2011

Dönme Dolap

Tramvaydan indiğinde hava iyice kararmıştı. Karanlıkla birlikte soğuk da birden artmıştı sanki.. Paltosunun yakalarını kaldırıp, adımlarını hızlandırdı. Sokak ve caddelerin ışıkları yanmaya başlarken, asıl cümbüş Christmas nedeniyle ışıklandırılan ev ve bahçelerde idi. Yaklaşık üç gündür yağan kar bugün dinmişti. Etraf bembeyazdı, adeta bir masal kitabından fırlamış gibiydi küçük şehir. Huzurlu ve düzenli.
Otelin bulunduğu sokağa dönecekti ki, birden çocuk kahkahaları çınladı kulağında.. Kafasını çevirdiğinde semtin christmas için kurulan minik lunaparkını farketti.. Almanya’nın hemen her yerinde kurulan irili ufaklı yılbaşı pazarlarından biriydi. Minik minik hediyelik eşya satılan dükkanlar, yiyecek, içecek satıcıları ve mini bir lunapark.. Hepsi ışıl ışıl, cıvıl cıvıldı.. O soğukta insanın içini sıcacık yapıyordu o görüntü.. Kendini o ışıltıların içine atmaktan alıkoyamadı ve pazara doğru yönlendi.
Bir kaç tane yan yana hediyelik eşya satan dükkan, hemen yanında bir sosisçi, sıcak şarap ve sıcak yemek satan bir yer, sonra bir kaç hediyelik eşyacı daha.. Hepsinin ortasında ise minik bir carusel, bir kaç jetonlu oyuncak ve yine minik bir dönme dolap.. Henüz dükkanların olduğu bölüm çok kalabalık değildi ama lunapark kısmında ciddi sayıda çocuk vardı. Soğuğa ve akşama rağmen aileler çocuklarını getirmekten çekinmemişlerdi. Çocukların yüzü kıpkırmızı olmuştu ayazdan.. Ama hepside sağlıklı ve çok mutlu görünüyorlardı. Sosisli sandviçini ve birasını alıp , tam dönme dolabın karşısındaki banka oturup çocukları izlemeye koyuldu.
Çocuklar neşe içerisinde, çığlık çığlığa kızakları ile kayıyorlardı. Yüzleri kıpkırmızı olmuştu Ankara’nın meşhur ayazından.. Sokağın bir bölümü yokuştu ve günlerdir yağan kar yokuşu adeta bir kayak pisti haline getirmişti.  Hatta yürüyerek evlerine gidenler yokuşu çıkarken zorlanıyorlardı. Kaymaktan adeta cam gibi parlıyordu yol. Arabalar zaten çıkmayı denemeyi bırakmışlardı bir kaç gündür. Mahzun mahzun pencereden çocukları izliyordu.. Hasta olmuş ve neredeyse yataktan çıkması yasaklanmıştı. Bu sefer hastalığının çok ciddi olduğunu ve hatta her gün iğne olması gerektiğini söylemişti doktor. Güzelim kar tatilini yatakta geçirdiğine mi, yoksa her gün olduğu penisilin iğnelerinin acısına mı üzülsün bilemiyordu. Söylediklerine göre zatürre olmuştu, belki okula bile bir süre gidemeyecekti. Annesi başından ayrılmıyor ve sürekli yiyecek, içecek birşeyler getiriyordu. Oysa sadece dışarıdaki çocuklara bakıyor ve nasıl da özeniyordu eğlenmelerine.
Yavaş yavaş kalabalık artıyordu pazarda. İnsanlar çoluk çocuk demeden, havanın soğuna aldırmadan ortalığı doldurmaya başlamışlardı. Normalde bu saatlerde tüm dükkanlar kapanmış, herkes evine çekilmiş olurdu ama christmas nedeniyle herkes kendini sokağa atıyordu.. Ortalık cıvıl cıvıl, hatta gündüz gibiydi. Senede bir kez olan bu geleneksel yılbaşı pazarları hala halkın çok sevdiği ve hoşlandığı aktivitelerdi. Tüm Almanya genelinde irili ufaklı binlerce pazar kuruluyordu bu şekilde.
Küçük kız dönme dolaptan inmek istemiyordu. Banka oturduğundan beri, aynı salıncakta dönmeye devam ediyordu. Her duruşta annesi hamle yapıyor ama indirmeyi başaramıyordu bir türlü dönme dolaptan. Her ne kadar küçük bir dönme dolap olsa da, sonuçta yerden 5-6 m yükseğe çıkıyor ve küçük çocuklar için tehlikeli olabilirdi. Annesinin yüzünden bu endişeyi okumak mümkündü ve hiç haksız sayılmazdı. Ama küçük kız müthiş eğleniyor ve her tepeye çıkışta, annesine nazire edercesine el sallıyordu.
Ablası binmek istememiş, sadece kendisi binmişti o gün dönme dolaba. Lunaparka her gelişte binerlerdi bir kez. Çok heyecanlı olmaması ve en yukarıdaki manzara her defasında çok hoşuna giderdi. İlk kez tek başına biniyordu. Yiğitliğe leke sürmemiş ve korkmadığını söylemişti annesi ile babasına. Yavaş yavaş yükselmeye başlamışlardı. Malum her salıncakta neredeyse bir kez duruyordu dolap ve çok ağır hareket ediyordu. Aslında her zamankinden farklı değildi. Ama o gün yalnızdı salıncağın içinde. En tepeye geldiklerinde yine durdular. Oldukça yüksekte olduklarını düşünmüştü. Sanki daha önce bu kadar yükselmiyordu bu dolap. Neyse yeniden alçalmaya başlamıştı. İkinci tura başladığında biraz rahatlamıştı artık. En alt noktayı geçerken el salladı annesi ile babasına, ablası bakmamıştı, ilerideki salıncaklara bakıyordu o sırada. Yeniden yükseliyordu işte. Yine o kadar yükselecek miydi acaba? Dura dura çıktılar tepeye ve yeniden durdular. Biraz manzaraya bakıp keyfini çıkarmak istedi ama için için alçalmasını bekliyordu aslında. Ama hareket etmiyordu. Biraz daha vakit geçti ama hala hareketlenmemişti. İlk kez bu kadar uzun duruyordu. Yada ona öyle geliyordu. Hala bir hareket yoktu ve esen rüzgarla salıncak sallanıyordu. Daha önceden farketmemişti rüzgarın salıncağı salladığını. Hiç hoş değildi. Korkmaya başlamıştı, hatta tir tir titriyor demek daha doğruydu. Nitekim yalnız değildi, çünkü salıncaklardan çığlıklar yükselmeye başlamıştı bile. Müthiş rahatsız ve tedirgin edici bir durumdu. Yavaşça korkuluktan tutunup aşağı baktı. Birkaç kişi koşturuyordu, annesi ile babasını seçti hayal mayal. Ablası da artık kafasını kaldırmış dönme dolaba bakıyordu. Demek ki olağan olmayan duurmlar vardı aşağıda. Ya hiç hareket etmezse, ya burada bütün gece kalmak zorunda kalırsa, ya rüzgar şiddetlenir ve salıncağı daha fazla sallarsa.. Hayır düşünmek istemiyordu bile bu durumları. Bildiği duaları okumaya başlamıştı, kendi kendine yeminler ediyordu; binmeyecekti işte bir daha dönme dolaba.. Hele bir aşağı insin, bir daha aklından bile geçirmeyecekti binmeyi. Kimbilir belki lunaparka bile bir daha gelmezdi. Annesi ile babasının başının etini yemezdi, lunapark diye tutturmazdı artık. Oturak kısmından aşağı inmiş, iyice küçülmüş, gözlerini sımsıkı kapatmıştı. Kalbi küt küt atıyordu.   Ne kadar kaldı hatırlamıyordu o durumda, ama yıllar gibi gelmişti ona. Hareket mi etmişti? Evet nihayet iniyorlardı işte.
Küçük kız ağlıyordu. Annesi çeke çeke dönme dolaptan indirmişti, kızda ağlamaya başlamıştı. Kaç tur atmıştı kimbilir. Ama annesi oldukça kızgındı.
Bu dönme dolapları kaldırmalıydı belki de.. Zaten hiç bir heyecanı da yoktu, neden koyuyorlardı ki lunaparklara.


11/02/2011

10 Aralık 2010 Cuma

Güneş

Yağmur müthiş bir sessizlikle usul usul yağıyordu. Geceden başlamış, durmadan yağmaya devam ediyordu. Çay bahçesinin tentesinin kenarlarından süzülen damlalar ardı ardına boş sandalyelerin üzerine damlıyorlardı. Her yer ıslaktı ama hava soğuk değildi. Neredeyse çay bahçesi açılır açılmaz gelip oturmuştu. Herkes hızlı adımlarla işlerine, ofislerine gitmeye çalışıyordu. Çay bahçesi bomboştu. Normalde o saatlerde işe gitmeden önce oturup birşeyler yiyen, çay içen ve gazetelerini okuyanlar olurdu ama o sabah yağmurdan olsa gerek, kimsecikler yoktu ondan başka. Sabahtan beri öylece oturuyordu ama bir kaç hafta öncesine kadar o da bu saatlerde işine yetişmeye çalışır olurdu.  Alışkanlık olsa gerek, hala çok erken kalkıyor ve işe gider gibi evden çıkıyordu. Genellikle bu çay bahçesine gelip, çay içiyor birşeyler yiyordu sabahları. 3 hafta kadar olmuştu işini kaybedeli.  Çalıştığı banka başka bir banka ile birleşiyordu ve beklenen olmuştu işte. Yaklaşık bir senedir devam ediyordu bu durum ve herkes tedirgin olmuş beklemeye başlamıştı.  Nitekim aylardan sonra durum netleşmiş bir kısım insan işinden olmuştu.
Zor bir durumdu. Sabah erkenden kalkıp ve bir yere yetişmeye çalışmamak garip geliyordu. Üstelik o saatlerde evde ne yapılır, zaman nasıl geçer onu da bilmiyordu.  Alışık değildi. Siteden bir bir insanlar hızlı adımlarla çıkıyor, çocuklar servislerine biniyorlardı. Ama onun bir şey yapması gerekmiyordu. Hala suçluluk duyuyordu, sanki gitmesi gerekiyormuş da gitmiyormuş gibi. Garip bir durumdu kısacası. Alışamamıştı ama zaten alışmakda istemiyordu  bu duruma. Sanki zamansız bir izine ayrılmış gibi geliyordu.  Yada hergün sanki pazarmış gibi .
Boşalan çay bardağını alan çaycıya yeni bir çay daha söyledi.  Uzaktan çalıştığı ofis görünüyordu.  İşe başladığı ılık bahar gününü hatırladı. Ne kadar çabuk geçmişti dört yıl. İkinci bankasıydı ve heyecanla başlamıştı çalışmaya. Oysa şimdi gelinen nokta ne kadar farklıydı. Bu durumu tahmin edebilmek, planlayabilmek mümkün değildi elbette. Yoksa değiştirir miydi işini? Daha iyi bir kariyer, daha iyi maddi imkanlar vaatedilmişti. Şimdi bambaşka bir noktaya gelmişti oysa. Profesyonel hayat denilen şey bu muydu gerçekten?
Kıyıya vuran büyükçe bir dalgayla irkildi. İskeleye yanaşan deniz otobüsü çok yakından geçmiş ve büyük büyük dalgalar yapmıştı. Dalgalar olanca güçleri ile kıyıya vuruyor, sanki yıkmaya çalışıyorlardı beton blokları.  Koca beton bloklar aciz kalıyorlardı güçlü dalgalar karşısında. İşte içinde bulunduğu durumu açıklayan kelime buydu. Aciz hissediyordu, bitmiş, tükenmiş.  Ne kadar hazırlıksızmış meğer böyle bir duruma. Birdenbire açıkta kalıvermişti işte. Halbuki neredeyse biryıldır bu konular hep konuşuluyordu. Ama işte insan hiç kendi başına geleceğini  düşünemiyor, konduramıyor bu kötü durumları.  O nedenle de hazırlayamıyor kendini ve her seferinde hazırlıksız yakalanıyor.
Havaya doğru baktı, yağmur şiddetini artırmıştı. Tentenin kenarından damlalar hızla aşağı akıyorlardı. Hepsi  tentenin altına kaçışmışlardı. Bütün bölümlerin birer tentesi vardı, aslında güneşten korunmak için yapılmışlardı ama birdenbire bastıran yağmur karşısında herkes şaşkın, tentelerin altına kaçışmışlardı.  Günlerdir hazırlandıkları ve heyecanla bekledikleri mezuniyet töreni biranda berbat olmuştu. ODTÜ’nün stadyumundaki töreni izlemeye gelen tüm davetliler de sırılsıklam kalmışlardı bir anda. Kimse ne yapacağını bilememişti. Tören devam edecek miydi belli değildi. Ama kimseninde ayrılmaya niyeti yoktu aslında. Yıllardır çalıştıkları diplomayı almadan kimse gitmek istemiyordu. Üstelik onun için daha da önemliydi bu tören, ne de olsa dereceye girmiş okul üçüncüsü olmuştu. Tamda sıra dereceye girenlerin diplomalarının verilmesine gelmişti  ve birden bire yağmur boşalmıştı. Ankara’nın meşhur yaz yağmurlarından biriydi ama uzun süredir bu kadar şiddetlisi olmamıştı. Çok üzgündü, müthiş morali bozulmuştu. Ama yapacak birşey yoktu işte, doğa karşısında her zaman çaresizlerdi, acizlerdi.
Güçlü bir dalga daha patlamıştı sahilde. Metrelerce yukarı sular fışkırmıştı. Vapurların sabah hareketliliği azalmıştı. Yağmur hala aynı sessizlikte yağmaya devam ediyordu.  Bir çay daha bırakmıştı çaycı masaya.
Hepsinin canı sıkılmıştı bu yağmura. Protokol tentesinin altındakiler de iyice birbirine sokulmuşlardı.  Kimse ne yapacağını bilememişti. En doğru hareket iptal edilmesiydi törenin ama yağmurun şiddeti ile kimse yerinden kıpırdayamıyordu bile.  Cüppeler ıslanmış, kızların özenle yaptırdıkları saçları bozulmuştu.  Herkes mutsuz mutsuz birbirine bakıyordu.  En çokda o üzülmüştü, herkesin önünde ödül ve diplomasını almak çok heyecanlandırmıştı oysaki onu. Artık törenin iptal edilmesi an meselesiydi.  Rektör kürsüye doğru ilerlerken, aniden güneş bulutların ardından yüzünü gösterivermişti. Yağmur yağıyor ama bir yandan da güneş hızla parlıyordu. Rektör durdu ve tekrar havaya baktı.. Evet evet hava açıyordu, devam edilebilirdi. O an tentelerin altı bayram yerine dönmüştü. Hatta fırlatılmak için tören sonunu bekleyen kepler daha fazla beklemeden havayla buluşmuştu bile.  Kendi adının anons edildiğini duydu birden, ödülünü almak üzere sahneye çağrılıyordu. Kepini fırlatmıştı o da, kepsiz olarak koştu sahneye doğru. Arkadaşları çılgınca alkışlıyorlardı, bir an annesini gördü seyirciler arasında, sırılsıklamdı ama gülüyordu, el sallıyordu ona..
Çaycı boş bardağı alıp çekilince, birden etrafın daha aydınlık olduğunu hissetti. Havaya doğru kaldırdı başını ve güneşi gördü bulutların ardında.. Işıl ışıldı.. Yağmur dinmişti.. İçi ısınıverdi, denizin rengi artık maviydi.. Dalgalar sakin sakin kıyıya vuruyorlardı.  Çevresine bakındı, çok daha iyi hissediyordu şimdi..

10/12/2010

Rutin

Yataktan çıkmak o gün ayrıca bir zor gelmişti. Havaların birden bire soğuması ile sonbahar yüzünü gösterivermişti. Üç gün öncesine kadar ter içinde uyanmasına neden olan havalar, bir gün içinde gayet serin sonbahar havasına bürünmüştü. Geceleri örtünme ihtiyacı yazın bittiğini haber veriyordu. Neredeyse sürünerek kalkıp banyoya doğru yönlendi. Aslında havalar bahaneydi.  Yataktan kalkamamasının asıl nedenlerinden biri hayatındaki müthiş rutinlikti. Her yeni gün bir öncesinin neredeyse tıpatıp aynısıydı. Ama can sıkıcı olan, aslında yaşanmaması gereken , bir daha olmaması gereken tatsız olayların rutin haline gelmesiydi.  Hayatı daha da çekilmez kılan işte bu rutinlerdi.
Elbette bir Amerikalı, yada bir Almanda günlük yaşamının rutin olduğundan şikayet edebilir. Ama bu rutinliğin bizdekinden çok çok farklı olduğu aşikardır. Daha kapıdan sokağa adım atar atmaz başlayan rutin trafik kargaşasının gelişmiş ülkelerde yaşandığını söylemek güçtür.  Bu Almanın yada Amerikalının her sabah işine giderken yol boyunca önüne atlayan, hoplayan, zıplayan görgü ve saygı yoksunu vatandaşları bulunmaz örneğin. Yada 17 km’lik bir yol için 1 saatlerini harcamazlar.. En azından böyle bir rutinleri bulunmuyor..
Okulların açılmasına çok az bir süre kaldığından trafiğin son rahat günleriydi.  Bunu düşünüp biraz keyiflenmeye çalıştı. Hani hep mailler dolaşır ya ortalıkta; “anı yaşamıyoruz, geçip gidiyor” diye.. Evet bu anı yaşamak isteği ile kabus trafiği düşünmeden yola koyuldu her sabahki gibi.. Gerçekten kabus oluyordu okullar açıldıktan sonra trafik memlekette yoksa.. Bir Almanın hayatı boyunca göremeyeceği saygısızlık ve görgüsüzlüğü o her sabah görüyordu oysaki.. Böyle bir rutini vardı..
Gazetesini alıp sahildeki çay bahçesine oturduğunda, işte günlük hayatının en sevdiği rutini başlıyordu. Boğazın belki de en güzel manzarası eşliğinde çay içmek, mesela bir  Almanın hayatında olmayan bir rutindi. Boğaz Köprüsü, tarihi yarımada ve Kızkulesi üçgeninde sahile vuran dalgaların rutini kolay kolay vazgeçilemeyecek bir  görüntü sunuyordu.  Oysa gazetenin ilk sayfasından itibaren başlayan haberler silsilesi, memleketin içinde bulunduğu durumun aslında ne kadar terkedilesi olduğunu her satır arasında haykırıyordu. Zaten gidesi vardı hemen ilk uçakla, insanların sabah kalktıklarında ülkenin yerinde durup durmadığını merak etmedikleri  memleketlere.. Yönetim şekli mi değişti?  Deprem mi oldu? Kriz mi çıktı? Ormanlar mi yandı? Sokağın ismi mi değişti? Hayır isim değişmedi sadece numara değişti.. Üstelik tüm bu olanlar sadece işe gelene kadar yaşananlardı her sabah.  Henuz iş başlamamıştı bile.. Önce bir memleketi halledelimde sonra sıra işe de gelecekti nasıl olsa..
Gazeteyi bitirdiğinde yeni bir şey öğrenmediğini farketti.. Son günlerde yaşanan bir polemikte ünlü bir sanatçının dediği gibi, “cehalet okyanusunda” yeni sığlıklardı yazılanlar. Zaten yeni ve farkli bir şey öğrenmeyi de beklemiyordu doğrusu. Gündem hiç bir ülkede olmadığı kadar hızla değişmesine rağmen, yeni bir şeyin olmaması kadar acı bir durum yoktur herhalde diye düşündü. Son dönemde gelinen tüketim toplumu hali ile her yeni haber yada olayda hemen tüketilip, çöpe atılıyordu adeta..Müthiş bir hızla akan hayatın yansıması mı idi hızlı gündem, yoksa bu hızlı gündem nedeniyle mi hayat hızlı akıyordu ayırt etmek çok güçtü. Üstelik bu müthiş hızlı hareketler memleketi daha iyi mi yapacaktı? Kaybettiğimiz yılları kapatmak istercesine koşturmak, hemde maraton koşmak gerekliydi elbette ama bu koşu o maraton mu, yoksa halk koşusu muydu?
İşe geldiğinde yataktan kalkalı 2 saati geçmişti bile. Şimdi de işin rutini başlıyordu. Eh bunun da diğer rutinlerden aşağı kalır yanı yoktu maalesef. Burada da çok rahatlıkla diğer ülkeler ile olumsuz anlamda kıyaslama yapılabilir durumdaydı. Akdeniz ülkelerinin iş yapış şekilleri ile kuzey ülkelerinin disiplini, planlaması gibi ciddi farklılıklar tartışılabilirdi. Burada da ciddi bir maraton koşusuna ihtiyaç olduğu kesindi. Geleneksel olarak insan hayatının ve emeğin ucuz olduğu memleketimizde hem iş yapış şekilleri hemde bunun için gerekli olan motivasyonun farklı rutinler ile sağlanması kaçınılmazdı. En azından böyle düşünüyordu.
Gün bitipte dönüş yolculuğu başladığında, yolculuğun en keyifli anı kuşkusuz motorla geçilen boğaz yolculuğu idi. Ama tüm güzellik ve yaşanılan ferahlık, akşamları Mumbai’den farksız olan Üsküdar Meydanına inildiğinde hoş bir sada olarak uzaklarda kalıyordu. Yerin altında devam eden son teknoloji ürünü Marmaray inşaatına nazire yaparcasına, yukarıda yerin üstünde yürünecek insan gibi bir kaldırımın olmayışından, yoğun bir seyyar satıcı, dilenci terörüne değin yaşanan manzaralar, daha doğrusu zıtlıklar her akşam yaşanan başka bir rutindi.
Hiç bir şey yapmasa bile tüm bunlar yeteri kadar yorucuydu aslında. Hem fiziksel, hemde ruhsal yorgunlukların sebepleri işte bu rutinlerdi. Normalde olmaması gereken, yada bir daha yaşanmaması gereken, daha doğrusu rutin hale gelmemesi gereken konular, olaylar için harcanan zaman, emek, para vs. yorucu ve yıpratıcıydı. Tüm bunlara göğüs germek gerçekten hiç kolay değildi.
Akşam yastığa kafasını koyduğunda bir gün daha geçmişti işte. Bir gün, bir gün daha. Geçen aslında bir ömürdü, bir daha geri gelmeyecek..
Çözüm neydi peki? İnsan nasıl kırabilirdi tüm bu rutinleri. Yada değiştirebilirdi. Elbette bir sürü farklı fikir geliştirilebilir. İlk aklına geleni kaçıp gitmekti kuşkusuz. Hemde ilk uçakla. Ama bu elbette hemen hiç bir zaman uygulanması mümkün olmayacak, genellikle bir hayal olmaktan öte gitmeyecekti, ama düşünmesi bile keyif verirdi. Diğer çözümler ise aslında rutinleri değiştiremeyecek, ama bu rutinlerin yarattığı ruhsal ve fiziksel tahribatı engellemeye yönelik fikirlerdi. İşte asıl sıkıntıda buydu: rutinleri değiştirememek. Boyun eğmek, alışmak. Ve giderek tepkisiz kalmak bu duruma. Günleri biran önce tüketip, emeklilik için plan yapmak. Bir sahil kasabasına yerleşme planı! Bir Alman yada bir Amerikalının genellikle yapmadığı bir emeklilik planı. Halk koşusu ile geçirilen ve tüketilen günler, bir daha geri gelmeyecek günler.
Küçük kızına sarılarak uykuya daldığında saat gece yarısını geçmiş, çoktan bir gün daha bitmişti.
08/09/2010

Yaşlı Galetacı

Motor iskeleye yanaşırken, oturduğu yerden kalkıp sepetinin başına geçti yeniden. Bu sabah henüz beşinci motor olmuştu ama şimdiden yorulmuştu. Orucun etkisiydi kuşkusuz..Yaşlı bünyesi artık çok daha fazla etkileniyordu oruçtan. Üstelik havaların çok sıcak ve bunaltıcı olması da cabasıydı. Yaşlı karısı gitme demişti..En azından ramazan bitene kadar işe çıkma demişti ama o dinlememişti ve yine her sabah olduğu gibi Kabataş’taki iskelede yerini almıştı. Sepetini artık çok doldurmuyordu, yaşlı kolları da zaten her geçen gün daha güçsüzleşiyor, fazla taşımasını engelliyordu. Krakerler, galetalar , kurutulmuş ekmek vs ürünler satıyordu. Sabahları önce fırına uğruyor, sonrada iskeleye geliyordu. Öğleye kadar iskelede duruyor, sonrada öğle tatili sırasında ofislerin önüne gidip, orada devam ediyordu.
Emekli olduktan sonra bir süre evde oturmuştu. Emekli maaşını zar zor yetiştiriyorlardı. Neyseki kira ödemiyorlardı, emekli ikramiyesiyle başlarını sokabilecekleri küçük bir ev alabilmişlerdi. Ne zamanki yaşlı karısı hastalanmıştı, işte o zaman hastane ve ilaç masrafları ağır gelmeye başlamıştı. Ve yeniden çalışmak zorunda kalmıştı. Önce simit satmış, sonra pazarlarda limon satmıştı. Şimdi de elinde sepeti kraker, galeta satıyordu. Öncekilere göre bunun kazancı biraz daha iyiydi..Pazar pazar dolaşması da gerekmiyordu üstelik..Aslında evden de bu vesile ile dışarı çıkmaktan memnundu. Evde çok sıkılıyordu, karısının hastalığı sonrası daha da bunalmıştı.
Bugün işler kesattı, ilk galetasını beşinci motorda satabilmişti. Ramazan nedeniyle satışlar önemli ölçüde düşmüştü. Yol parasını bile neredeyse çıkarmıyordu kazancı.. Ama yapacak başka birşeyi de yoktu. Bazı günler onun için işe çıkmıyordu, zaten karısı da ramazanda gitmesini istemiyordu, hem hava sıcak hemde oruçlu olması nedeniyle başına bir iş gelmesinden korkuyordu. Ne yapalım bu ay biraz dişimizi sıkarız diyordu. Diş sıkmak, zaten bütün hayatları böyle geçmemiş miydi? Hep dişlerini sıkmışlardı.. Hiç rahat oldukları bir gün hatırlamıyordu aslında. Geçim sıkıntısı, parasızlık hiç yakalarını bırakmamıştı.. Kolay değildi elbette tutunmak hayata ama ilk günden itibaren hep birbirlerine destek olmaya çalışmışlardı. Karısı uyumlu ve idareli bir insandı, bir günden bir güne sıkıntılarını belli etmemişti kocasına. Hep mutlu olmaya çalışmışlar, ufacık şeylerden mutlu olmayı öğrenmişlerdi. Zaten hiç bir zaman kocaman hayalleri olmamıştı, azla yetinmeyi bilmişlerdi.
En büyük zevkleri sahile inip, yürümekti birlikte. Hatta birde haşlanmış mısır alıp paylaşırlardı. Karısı mısırların bir kısmını kuşlara atardı. İstanbul o zaman bu kadar kalabalık değildi ve çok keyifliydi. Daha doğrusu bugünlerini görünce aslında eski günlerin ne kadar keyifli olduğunu anlıyordu insan. Sahilde yürüyüş yapmayalı yıllar olmuştu..Hatırlamıyordu bile son yürüyüşleri ne zamandı diye..Ama her sabah işe çıktığında mutlaka aklına gelirdi o güzel günler.. Özellikle son dönemde eşinin hastalanması ve eve daha çok bağlanması ile aklına daha çok düşer olmuştu eski güzel günleri..
İkisi de yaşlanmıştı ama öyle ciddi hastalıkları olmamıştı bir kaç ay öncesine kadar..Eşinin hastalandığını öğrendiğinde yine tevekkülle karşılamışlardı. Yaşı nedeniyle ameliyat etmeyeceklerini öğrenmişlerdi doktorların. İlaçla, diyetle idare etmesi gerekliymiş.. Oysa maddi durumları farklı olsa doktorların bu şekilde davranmayacaklarından emindi. Ama eşine söylememişti bu düşüncelerini. Yorgundu o da ve takati yoktu artık mücadele etmek için.
Bir motor daha boşaldı ve insanlar koşar adımlarla geçtiler önünden. Kimse birşey almak istememişti. Yeniden köşedeki banka döndü. Bugün esinti vardı biraz ve hava çok boğucu değildi. Çok yorgun olduğunu hissetmişti birden. Yılların getirdiği koca koca yükleri taşıyan ruhu yorulmuştu, belki de bedeninden daha fazla yorulmuştu. Evlat acısını tatmıştı hiç beklemediği bir anda. Yanlış teşhis yüzünden kollarında canveren evladını toprağa verirken yaşlanıvermişti birden. Onunla gitmek istemişti ama sesi bile çıkmamıştı o gün. Arka arkaya annesi ve babası derken, evladı sırayı bozmuştu. Herşeyi tevekkülle karşılayan inancı, bunu da sükünetle karşılamasını sağlamıştı elbet ama ruhunda açılan yara hiç kapanmamıştı oysa. Hala ara ara kanardı. O sessizliğin, tepkisizliğin yüklediği yeni yükler gün geçtikçe ağırlaşmış, taşınmaz olmuştu. Ama inancı, tevekkülü hep kalın bir şal örtüsü gibi bu yüklerin üstünü örtmüştü. Onun için doğrusu buydu, aksini zaten hiç düşünmemişti. Herkese biçilen bir ömür vardı ve zamanı gelince bu ömürler sona ererdi. Her ne kadar böyle düşünsede, evladının bu kadar zamansız ve sırasız kaybını bu kadar kolay izah edemiyordu yüreği ve sızlıyordu ince ince. Şimdi de karısı hastaydı, yoksa o da mı sırayı bozacaktı, buna da dayanabilir miydi?
Yüzünü yalayan bir esinti ile doğruldu, boğazdan beyaz bir yelkenli geçiyordu nazlı nazlı. Tüm yelkenleri açıktı. Bir kuğu gibi görünüyordu lacivert sular içinde. Sonra birden bulanıklaştı sular, karardı yelkenler..Artık hiç yorgun hissetmiyordu..
Bakar mısınız, bakar mısınız? Bir paket galeta alacağım, pardon bakar mısınız?
06/09/2010

Rüzgar ve Yağmur

O Pazar hiç uyumadığı kadar uyumuş ve oldukça geç kalkmıştı. Aslında hiç adeti değildi çok uyumak. Hafta arası iş nedeniyle erken kalkıyordu ama haftasonları da uyuma alışkanlığı pek yoktu. Yaklaşık 10 yıldır yalnız yaşıyordu, gerçi annesi ve teyzesi ile çok yakın evlerde oturuyorlardı. Üstelik doğup büyüdüğü mahalleden de ayrılmamıştı bu yaşına kadar. Gerçekten kendini şanslı sayıyordu, çünkü koskoca bir metropolde bu şekilde doğup büyüdüğü mahallede yaşayanlar artık parmakla gösterilir hale gelmişti. Oturduğu mahalle son yıllarda yıldızı parlayan, özellikle sanatçı, yazar , gazeteciler tarafından tercih edilen bir mekan haline gelmişti. Sokaklarda sürekli meşhur olmuş insanlara rastlanır olmuştu. Mahallenin eski sakinleri, bir yandan bu popülarite sayesinde mahallelerinin değerinin arttığına seviniyor, ama bir yandan da artan trafik, insan yoğunluğundan şikayet ediyorlardı. Süt kalmadığı için kahve yapmaktan vazgeçip, çay demlemeye karar verdi. Bu sırada gelen gazeteye göz gezdirmeye başlamıştı. İlan sayfasında “adalarda kiralıklar” bölümünü bulup, yaklaşık son bir aydır yaptığı gibi, adalarda sezonluk kiralık ev aramaya koyuldu. Özellikle yazın havaların İstanbul’da oldukça boğucu hale gelmesi ve yaşlı annesi ve teyzesinin zorlanmaları nedeniyle, yaz boyunca oturabilecekleri bir ev bakmaya karar vermişlerdi bu yaz. Aslında kendisi de çok istiyordu adaya gitmeyi. Zaten çalıştığı işyeri hemen Kabataş’ta Adalar iskelesine yürüme mesafesindeydi ve iş çıkışı adaya gitmek ona da çok cazip geliyordu. Şimdiye kadar bir kaç ev bulmuşlar ama ya pahalı olmuş, yada evleri beğenmemişlerdi. Ve tabii özellikle Burgaz adada arıyorlardı. Son dönemde adaların popüler olması ve yazın özellikle denize girmek için adaya gelenler ya Kınalı, yada Büyükadayı tercih ediyorlardı. Oysa Burgaz sakinliğini ve nezihliğini korumayı başarıyordu en azından şimdilik. İkinci sayfada bir ilan gözüne çarptı hemen: “Burgaz’da acil dublex, uygun koşullu kiralık daire”..Fiyat yazılmamıştı ama nedense, okur okumaz ilanı, pozitif bişeyler hissetmişti. İlginç hemen görmek istemişti üstelik daireyi. Genelde önce telefonla bilgi alır, sonra gerekirse görmeye giderdi ama bu kez hemen görmek istemişti nedense. Hemen vapur saatlerine baktı ve yaklaşık 20 dakika sonra bir vapurun olduğunu gördü. Acele etmesi gerekiyordu.
Açık güvertedeki sıraya oturduğunda, üstüne bakıp ne kadar uyumsuz giyindiğini farketti. Genelde kıyafet, moda vs işine çok takılmazdı, beğendiğini , kendine yakışanı giyerdi. Bu konuları da gereksiz bulurdu. İşyerinde çalıştığı arkadaşlarının NetWork’ten tüm koleksiyonu kapattıklarını gördükçe aklı başından giderdi. Başlarda anlamaya çalışmıştı ama sonra vazgeçti bu durumdan ve hiç takılmamaya karar verdi onlara. Aynı frekansta değillerdi. Yaklaşık 45 dakika sonra Burgaz’a yanaşmışlardı. İner inmez telefonla arayarak adresi aldı ve yola koyuldu. İlginç duygular içindeydi bu evle ilgili ve anlam veremiyordu. Biraz sonra evin önündeydi. Nefes nefese kalmıştı merdivenlerde. 3 katlı ve oldukça yeni sayılabilecek bir apartmandı. Bahçenin özenle bakıldığı belli oluyordu. Yan tarafta şirin ama oldukça küçük bir havuz vardı. Müthiş sakin ve huzurlu duruyordu her şey. İçi ısınıvermişti birden, bu sakinliğe, huzura ve şıklığa..Arkasını döndüğünde bir adamla göz göze geldiler..Adamın geldiğini duymamıştı, hafif çekindi ama adamın bir anda yüzüne yayılan sıcacık gülümsemesi ile rahatlayıverdi. Adam “özür dilerim korkuttum galiba” derken elini uzatıp kendi tanıttı..Evet telefonda adres aldığı, evin sahibi olduğunu düşündüğü kişiydi. Esmer, orta boylu ve kırklı yaşlarının sonlarında olduğunu tahmin etmişti. İlk katın üstündeki dublex daireydi kiraya verilecek olan..Kapıdan doğruca salona giriliyor ve müthiş bir manzara sizi karşılıyordu. Adam hemen balkon kapısını açıp, manzarayı daha yakına getirmişti. Tam karşıda Heybeli adası , solda tarafta Burgazada iskelesi ve daha ileride ise İstanbul olanca heybeti ile görünüyordu. Yukarıda da iki oda ve yine aynı manzaraya bakan küçük bir teras vardı. Eşyalar sade ama temizlerdi. Kısa konuşma sırasında apartmanın adama ait olduğunu, ama kendisinin şu anda İstanbul’da oturduğunu  ve adaya gelmediğini öğrenmişti. Adam konuşurken gülümsüyor ama konuşma biter bitmez ani bir suskunluğa bürünüyordu. Oldukça dalgın görünüyordu..Hatta manzaraya bakarken bile bir ara aniden susmuştu..Kafasında atamadığı bir sorun olmalıydı. Neden adada ev kiralamak istediğini, işini, ailesini anlatıyordu ama adam pek dinliyor gibi değildi..Sürekli dalıp dalıp uzaklara gidiyordu. Verebileceği kirayı söylediğinde adamın kabul etmeyeceğini düşünürken, adam elini uzatıp hayırlı olsun demişti. Ardından anahtarı uzatıp, “yarın size kontratı yollarım” diyerek kapıya doğru yönlenmişti bile. İnanamıyordu ama evi tutmuştu. Hiç bu kadar kolay olacağını tahmin etmemişti.
Ertesi hafta sonu annesi ve teyzesi ile adaya gelmişlerdi, ayrıca o gün ev sahibi ile de buluşup detayları halledeceklerdi. Balkona çıktıklarında hepsi de manzaraya hayran kalmışlardı. Ev sahibini aşağıda bahçede görünce hemen kontrat için aşağıya indi. Bir an önce kontratı imzalamak istiyordu, her an anlaşma bozulacak diye korkuyordu. Bugün adam biraz daha kendindeydi. En azından kendisini dinlediğinden emindi. Hatta bugün konuşkanda denilebilirdi. Konu konuyu açıyordu. Adam adada büyümüştü ve adeta aşıktı adaya. Eski anılarını anlatırken gözleri parlıyordu. Dededen kalma eski evlerini yıkıp bu binayı yapmışlardı. Tek çocuktu ve hem annesi hemde babasını kaybetmişti. Heyecanla anlatırken, “eşim....” dedi birden ve durdu. Yüzü allak bullak olmuştu. “Kaybettim...” lafı çıktı ağızından sonra ve sustu... ”Özür dilerim, başınız sağolsun..” İmzaladığı kontratı alıp hemen yanından ayrıldı, yukarı annelerinin yanına çıktı. O da kötü olmuştu, ama adam geçen günkü dalgın haline dönmüştü birden..Anlaşılan zamansız bir kayıptı..
Evden çok memnunlardı..Hayal ettiği gibi işten çıkıp doğruca adaya geliyordu akşamları. Annesi ve teyzesi de oldukça keyiflilerdi..Ada iyi gelmişti gerçekten..Balkonda yemek sonrası güzel bir kırmızı şarap açıp birlikte içiyorlardı. O gün evin şerefine en pahalı şaraptan almıştı. Genellikle ucuz kırmızı şaraplar içerdi.. Annesi “ev sahibi dedi, eşini kaybetmiş 3 ay önce”... ”Tamda bu evde oturuyorlarmış.. 2 senelik evlilermiş..çok mutlu bir çiftlermiş..” “Trafik kazası geçirmişler ve kadın hemen ölmüş”..Bugün mahallenin bakkalından alışveriş yaparken öğrendiğini eklemişti... “Yazık..”
Hafta sonu bahçede ev sahibi ile karşılaştılar.. Adam havuzun çevresinde bir şeylerle uğraşıyordu. “Geçen günkü tavrım için özür dilerim” dedi adam..Ve anlatmaya başladı..Eşini kaybetmesini, kazayı, evi apar topar kiralamak istemesini anlattı..Hiç yorumda bulunmadan dinliyordu..adam sürekli anlatıyordu..sanki uzun süredir konuşmamış gibiydi..İçinde biriken herşeyi anlatmak ister gibi bir hali vardı..Birden durdu ve “başınızı şişirdim dimi.., kusura bakmayın” diyecek oldu..Ama aksine hiç sıkılmadığını, rahatlıkla anlatabileceğini söyledi..Adam, “çok garip ama, size anlatabileceğimi, içimi dökebileceğimi hissettiğim için böyle birden bire anlattım..,çok iyi bir dinleyicisiniz, ama isterseniz hemen susabilirim tabii..”
Adam müthiş naif, içten gelmişti..İçi dışı bir gibiydi..Her dakika rastlayabilceğiniz bir tip değildi..Ki son dönemde, büyük şehirlerde artık kimseye güvenemez, inanmaz bir hale gelindiği düşünülürse, sanki bu ada gibi izole, bakir kalmış, sanki hiç kirlenmemişti..Bu haliyle etkilendiğini hissediyordu..Müthiş bir güven duygusu gelmişti adamla ilgili olarak..Rahat hissetmişti kendini yanında..Adamda böyle hissetmiş olmalı ki, herşeyi açıklıkla anlatmıştı kendisine..
Mutat bir Pazartesi haftalık toplantısından yine başından dumanlar çıkarak, sinirden kıpkırmızı olmuş bir şekilde yerine dönmüştü. Yıllardır bu Pazartesi toplantılarında aynı görüntüler yaşansa da hala alışamamıştı ve hala üst yönetim hayal kırıklığına uğratabiliyordu onu. Gerçekten kavrayamamış hissediyordu kendisini bunca yıla rağmen..Hışımla yerine gelmişti ki, masasında bir vazo içinde kır çiçekleri duruyordu.. Nefis bir buket bir anda bütün tatsız ve kötü şeyleri silivermişti..Kart aradı hemen ve buluverdi..Ev sahibi haftasonu kendisini dinlediği için teşekkür ediyordu.  Hemen telefona sarıldı ve teşekkür etmek için aradı. Telefonu kapattığında yüzünde kocaman bir gülümseme duruyordu..Yan masada çalışan arkadaşı bu anı kaçırmamış, hınzırca kendisine bakıyordu..Hemen söyledi sebebini, hafta sonu birlikte yelken yapacaklardı..Yelken son zamanlarda onu en mutlu eden uğraşıydı..Ve hafta sonunda konuşma sırasında ev sahibinin bir yelkenlisi olduğunu öğrenmiş ve kendini tutamayıp yelken hobisinden bahsetmişti..Daha sonra bunu anlattığı için kendine kızmıştı hatta..Arkadaşı kendine kızmaması için onu telkin edip, hatta bunu kutlamak için akşam bir içki ısmarlaması gerektiğini söyleyip onu rahatlatmıştı.
Hafta sonu Burgazada iskelesinde buluştuklarında, hava pırıl pırıl, deniz masmaviydi..8 m’lik 2 kamaralı fiber bir tekneydi. İyi durumda görünüyordu. Teknede yalnızca ikisi olacaklardı. Hemen demir almak için çalışmaya başladılar..20 dakika içinde Burgazadayı arkalarında bırakmışlardı bile. Adam uzun yıllardır yelken yapıyordu ve hareketlerinden oldukça profesyonelleştiği belli oluyordu. Adanın arkasını dönüp açılmaya başladılar. Tüm yelkenler açıktı artık ve iyi bir rüzgar vardı. Adam kahveler ile geldiğinde dümeni sıkıca tutmuştu, bırakırsa gemi kayıp gidecekmiş gib geliyordu. Hem tedirgindi acemilik nedeniyle, ama bir yandan da müthiş keyif alıyordu bu durumdan..Adamsa müthiş bir öğretmendi. Tatlı tatlı izah ediyordu her şeyi..Bu arada oradan buradan laflıyorlardı..Her ikisi de çok keyifli görünüyorlardı..Kahveler bitmişti ki, nereden geldiğini anlayamadıkları bir rüzgar birden yüzlerini yalayıp geçmişti..Kötü bir havanın habercisi olmalıydı ki, adamın yüzü aniden asılmıştı..Nitekim bulutlar süratle hareket ediyor, ortalık hızla kararıyordu..Hemen ön tarafa gidip balon yelkeni kapatmasını söylerken kendisi dümene sarılmıştı..Hızla yelkeni kapatmaya başlamıştı ki yağmur damlaları düşmeye başladı. Rüzgar çok şiddetlenmişti..Yelken tam kapanacakken, halat  hızla avcunun içinden kayıp savrulmuştu..Tekrar tuttuğunda avcunun içinden kan sızıyordu..Yaralanmıştı..Yelkeni bağlayabilmişti ama kan akmaya devam ediyordu elinden..Adam kanı görünce hemen yanına geldi..cebinden çıkardığı mendil ile hemen sarmaya başladı yarayı..Bu sırada çok üzgün olduğunu söylüyordu..İki eli ile ellerini kavramıştı..Müthiş şefkatle bakıyordu.. Yağmur her ikisinin de saçlarından aşağı süzülüyordu..
Camdan süzülen yağmura bakarken, kapının vurulduğunu duymamıştı. Hemşire içeri girdi ve “annelerinin  yanında uyumaya hazırlar” dedi. Kafasını çevirip ikizlere baktı..Hala alışamamıştı bebeklerine..Her seferinde hemşireye boş boş bakıp, ama Rüzgar ve Yağmur’u görünce yüzüne kocaman bir gülümseme yayılıyordu...

09/08/2010

Gamzeli Kadın

Kafasını kaldırıp baktığında, bembeyaz bir gökdelenin önünde hissetti kendini. Devasa ama estetik bir büyüklüktü gözlerinin önünde uzanan. Kapının tam üstünde boydan boya COSTA SERENA yazıyordu. Üç yüz metreyi aşkın uzunlukta ve yetmiş metreyi geçen yükseklikte bir cruise gemisiydi. Acentedeki genç kız en yenisinin ve iyisinin bu olduğunu söylemişti. Her hafta İstanbul’a geliyor, ve bir haftalık tura çıkıyordu Karaköy limanından. Merdivenleri ağır ağır çıkmaya başladığında yavaş yavaş akşam geliyordu. Daha birkaç saat vardı geminin kalkmasına ama üç saat önce gemide olmasını istemişlerdi. İçeri girdiğinde devasa bir lobinin içinde buldu  kendisini. Güleryüzlü bir bayan yanına geldi ve kendini tanıtarak “hoş geldiniz “ dedi bozuk bir Türkçeyle. Herhalde Avrupa’da yerleşik bir ailenin kızıydı ve sonradan öğrenilen Türkçe kendini belli ediyordu. Kendisini biraz ötedeki bir masaya yönlendirdi hemen, oteldeki resepsiyona benziyordu masa. Yanında bitiveren bir bellboy da bavulunu kavradı ve hemen yan taraftaki tekerlekli bir askının alt tarafına dikkatlice yerleştirdi bavulu. Resepsiyonda birkaç genç arı gibi koşturuyorlardı. Etrafta düzenli bir koşturmaca vardı aslında. Müthiş bir hareket ama asla bir kargaşa değil. Anahtar yerine geçen bir kartı vardı artık. Üzerinde 3215 B yazıyordu. B güvertesi ve 3215 numaralı oda. Bellboy aynı numara yazılı bir etiketi bavulun üzerine yapıştırırken, yeni bir hostes gelip odasının yerini tarif etmeye başlamıştı.  Bu bir tatil miydi, yoksa hafıza ve öğrenme sınavı mı henüz anlamamıştı?
Bavulu ve kendisi odasında buluştuklarında gemiye bineli yarım saati geçmişti. Odası balkonlu bir odaydı ve kapyı açıp dışarı çıktığında Galata kulesi bütün heybetiyle karşısında duruyordu. Balkonun korkuluklarına dayanıp seyretmeye başladı dışarıdaki kargaşayı, koşuşturmayı. 72 yaşındaydı ve neredeyse 50 yıldır koşturuyordu. İki sene önce emekli olana kadar ne kadar yorulduğunun farkına varmamıştı. Doktoru artık durması gerektiğini söylemişti. Kabul etmek zordu ama vücudu artık daha fazla ve uzun molalar alması gerektiğini çeşitli sinyallerle daha güçlü söylemeye başlamıştı. Kalbine takılan stent sonrası inanmıştı doktoruna ve emekli olmaya karar vermişti. Aslında o operasyona kadar ciddi hiç bir sağlık sorunu olmamıştı. Bunu  yaklaşık 30 yıldır yaptığı düzenli spora borçluydu.  Elbette yaklaşık 20 yıl önce sigarayı bırakmış olmasının da katkısı olduğunu biliyordu.
Son yıllardaki bu çabaları ile fiziki olarak yaşına göre oldukça iyi durumda idi, ama asıl yorgunluğu beyninde ve ruhunda idi. Son 50 yıldır çalıştığı bankacılık sektörü çok ciddi hasarlar vermişti ve bunu ancak sektörün dışına çıktığı zaman anlamıştı. Müthiş çalışkan, hırslı bir çalışan olarak genç yaşta başladığı bankacılık hayatında, sektörün son yıllarda yaşadığı tüm değişimleri yaşamış ve her dönem aranılan bir profesyonel olmayı başarmıştı. İçeriden çalan telefonun sesiyle irkildi. Dalmıştı, kimbilir kaç keredir çalıyordu. Garip, oda telefonu idi çalan. Açtığında birazdan geminin hareket edeceği haber veriliyor ve isterse üst güverteye çıkabileceği iletiliyordu. 
Bu açıdan hiç bakmadığını hatırladı Galata Kulesine, kulenin ışıkları yanarken..Çok ağır hareket ediyormuş gibi görünmesine rağmen gemi, karşısındaki binalar küçülmeye başlamıştı bile...Nitekim çok geçmeden İstanbul silueti yavaş yavaş arkalarında kalıyordu..Hayatında ilk kez İstanbul’dan deniz yolu ile ayrılıyordu. Değişik duygular ile içeri girdi ve akşam yemeği için hazırlanmaya başladı. Yemekte koyu renk takım elbise zorunluluğu vardı..Zaten garip bir tatildi bu, yanında takım elbise ve siyah mokasen ayakkabı taşımıştı!
Ana yemek salonuna ulaştığında ,iki kez koridorlarda kaybolmuş olmasına rağmen, henüz salon oldukça boştu.  Garson masasını gösterdi ve bardağına suyunu doldurup, eline menuyu verdi.  Hemen ne içmek istediğini sordu. Seçeneklere hızlıca bakıp, her zamanki gibi bir kadeh kırmızı şarap sipariş etmeyi yeğledi. İlginçtir, gayet ciddi ve zengin bir menusu vardı restoranın..Garsonlar jilet gibi, yemek takımları pırıl pırıldı. Kafasını menuden kaldırıdığında iki bayanın kendi masasına yerleşmeye çalıştıklarını gördü.  Garsonun yol gösterdiği bayanların masası da kendisi ile aynıydı demek. Başıyla hafifçe selamladı her ikisini de ve kafasını çevirerek ilgilenmiyormuş gibi yaptı..Bu arada bayanların aralarında türkçe konuştuklarını duyunca biraz şaşırmış, birazda sevinmişti. Bayanlar orta yaşlı sayılabilirlerdi, üstelik geminin geneline bakıldığında genç bile sayılabilirdilerdi..İkiside gayet bakımlı duruyorlardı, hafif makyaj yapmışlardı..Siyah, uzun gece kıyafeti giymiş olanı omuzlarına yine siyah renkli bir şal almış, saçlarını çok büyük olmayan bir topuz ile toplamıştı. Ortaca boylu, uzun ve ince parmakları vardı. Kilolu sayılmazdı ama zayıfda değildi.  Diğeri krem rengi bir elbise giymiş, koyu kahve bir şal ile tamamlamıştı kıyafetini..Saçları şalının rengi ile tıpatıp aynıydı sanki. Diğerine göre daha kısa boylu, ve biraz daha toplu sayılırdı..Güzel sayılmamakla birlikte her ikiside gayet hoş duruyorlardı..Kendisinin şarabı servis edilirken, bayanlarda içecek siparişi vermeye çalışıyorlardı..Siyah elbiseli bir an kendisinin kadehine baktı merak eden gözlerle..”cabernet-savugnion, 2007” dedi..Kadın şaşırmış hafif mahçup teşekkür edip, garsona işaret ederek aynısından olabileceğini söyledi..”Bu markayı bilmiyorum gerçekten ama, özellikle 2007 yılı başarılı bir şarap, umarım begenirsiniz” dedi adam. Kadın gülümseyince oluşan gamzesine takılıp kaldı bir an..Ama hemen toparlanıp kadehini hafifçe kaldırıp, ismini söyledi..Kadın ve arkadaşı da zarifçe karşılık verdiler..Yemek karşılıklı göndermelerle sürüp gitti o akşam...Odasına döndüğünde hafif bir baş dönmesi hissetti, o kadar şarap etkilemezdi ama elbette gemide olduğunu hatırlayınca nedenini anlamıştı..Balkona çıktı, nefis bir sonbahar akşamı vardı dışarıda..Bulutsuz bir gökyüzünde ışıl ışıl yıldızlar parlıyordu...Ay olmamasına rağmen ortalık gemiden yansıyan yüzlerce ışıkla aydınlık gibiydi..
Hafif bir sarsıntı ile uyandığında saatine bakıp şaşırmıştı..Hiç bu kadar uyuduğunu hatırlamıyordu..Geminin bu kadar rahat olabileceğine şaşırıp, yataktan kalkıp pencereyi açtığında karşısında bütün güzelliği ile Akropol duruyordu..Atinaya gelmişler ve limana yanaşıyorlardı..Havayı içine derin derin çekip, limandaki hummalı çalışmayı izledi bir süre..Güzel bir sabahtı, pırıl pırıl bir gökyüzü karşılamıştı onları Atina’da ve kendini oldukça iyi hissediyordu.. Hazırlanıp kahvaltı salonunun yolunu tuttu..Bu kez tek seferde salona ulaşmıştı..Tüm tur boyunca herkes aynı masada oturacaktı..Bu da geminin kurallarından biriydi..Yemeğini bitiriyordu ki, bayanlar göründüler..Makyajlar silinmiş, spor kıyafetler giyilmiş, boylar kısalmıştı ama ışıl ışıl bir gülümseme ile gunaydın diyerek oturdular masaya..
Bu tatile yıllardan sonra ilk kez bir mola almak için çıkmıştı..Bedenine, beynine mola almak istiyordu..Kendini dinlemek istiyordu..Emekli olmaya karar verince birden yorgun olduğunu hissetmişti..Yorgunluktan mıdır nedir dalıp dalıp gidiyordu, daha sık unutmaya başlamıştı..Yada çok eski anıları canlanıyor, gözlerinin önünden film şeridi gibi geçiyordu..Kızı bu gemi turlarından bahsedince kabul etmişti..Çalışırken yaptığı tatiller 3 günü geçmeyen bir insan için 10 günlük bir tur çok uzun görünsede, kendine iyi geleceğine inanmıştı..Zaten geminin broşürünü gördüğünde oldukça şaşırmış, böyle bir tur deneyiminin ilginç olacağını düşünmüştü. Gerçektende gemi büyüleyiciydi. Yürüyen bir tatil köyü demek yanlış olmazdı..Bir akşam klasik müzik konseri bile vardı..Spor olanakları müthişti..Üstelik sabahları üst güvertede açık havada koşu imkanı vardı ki, en çok bu ilgisini çekmişti aslında..Ertesi sabah koşmayı planladı güvertede..
Napoli sonrası yakalandıkları rüzgarlı gece herkese zorlu anlar yaşatmıştı. Koskoca geminin sallanması gayet ürkütücü olabiliyordu. Gece uykusundan uyanmıştı, oda beşik gibiydi adeta..Verilen ilacı içmiş ama o da midesine dokunmuştu..Zaten hiç ilaç içmeyi sevmezdi.. Odadan çıkıp gece açık bir yerler aramaya koyuldu..Koridorlarda yürümek kolay değildi..yolda bir kaç tedirgin yolcuya rastladı..herkesin yüzü bembeyaz olmuştu.. Bara tutunup, bir kadeh viski istedi..Sarhoş olursa daha rahat uyuyabileceğini düşünmüştü..Tanıdık bir koku geliyordu burnuna.. Hafif baharatlı, ama fresh bir koku alıyordu..Bu kokuyu tanıyordu, kafasını çevirdiğinde masa arkadaşını gördü..gülümseyen gamzeler bir kez daha onu alıverdi..Hayret hiç tedirgin değildi ve aksine gayet rahat görünüyordu. Kadın hemen söze girdi..Viskinin doğru bir seçim olmayacağını, midesini daha fazla bozabileceğinden bahsetti..Tavsiyesine uyarak vazgeçti..Sonra bir masaya geçip konuşmaya başladılar.. Aslında sallantıda azalmıştı o sırada..Kadının ilk deniz yolculuğu olmadığı, ve daha öncekilerden tecrübeli olduğunu öğrendi..Konular birbiri ardına takip etmeye başladı.. Kadının eski bir bankacı olduğunu, zirvedeyken bırakıp kendi işini kurduğunu, güneyde bir butik otel işlettiğini, evlenip boşandığını, bir oğlu ve bir kızı olduğunu, her ikisinin de yurt dışında okuyup çalıştıklarını, iç mimar arkadaşı ile bu yolculuğa çıktıklarını, ve arkadaşlıklarının 25.yılını böyle bir yolculuk ile kutlamaya karar verdiklerini öğrenmişti..Çoğunlukla kadının konuştuğu müthiş tatlı ve akıcı bir sohbet sabahın ilk ışıklarına kadar sürmüştü..Bir ara sadece gamzelerin hareketi ile hipnotize olmuş gibi onu dinlediğini farketti.. Sustuklarında çevrelerine bakındılar.. Kimsecikler yoktu, yalnızdılar.. Ve artık gemi sallanmıyordu.. Hatta ufukta ışıklar belirmiş, karaya yaklaşıyorlardı..Saatine baktı, şaşırdı birden.. 5,35’i gösteriyordu..Kadın inanmaz gözlerle baktı saati söylediğinde.. Nasıl geçtiğini anlamamışlardı.. Ayrıldılar..Odasına doğru yollandı ama bu saatte uyuyamazdı artık.. Gamzeler ve mimikler gözünün önünden gitmiyordu..Adeta kadının söylediklerini tekrar ediyordu kafasından..Bekarmış..eski bankacıymış.. Ne oluyordu böyle..
Aslında bu hisler tanıdık gelmeye başlamıştı..ne de olsa yılların tecrübesi, biliyordu elbette..Ama isimlendirmemeye çalışıyordu bu duyguları.. Eşinden ayrılalı 15 yıl olmustu nerdeyse ve yalnızdı o tarihten beri.. Hala görüşürlerdi, eşi hala bir çok konuda yalnız bırakmazdı ama, elbette müthiş bir kırgınlık sonrasında evi terketmişti. Özür dilemesini yada açıklama yapmasını bile beklememişti..O gunden beri yalnız yaşıyor, ara sıra kısa ilişkileri oluyordu. Belli bir yaştan sonra yeniden başlamak daha zordu..Helede kalbin böyle çarpması pek rastlanılacak bir durum değildi..Oysa turun ilk akşam yemeğinden itibaren bu kadın onu etkilemişti..Bu hisleri son duyduğu kadın eşiydi.. Ve bir daha böyle hissetmeyi de beklemiyordu..
Yaklaşık 1 saat koşmuştu güvertede..Güvertenin çeşitli yerlerinde akşamki yağmurdan kalma ıslaklıklar vardı..Bu sırada gemi limana yanaşmıştı..Şehir yeni uyanıyordu..pırıl pırıl bir hava vardı Marsilya’da..Daha önce görmediği bir şehirdi,Fransa’ya çok kereler gelmişti ama Akdeniz kıyısına inmemişti daha önce..Şehri gezmek istediğine karar vererek, hazırlanmak üzere odasına yönlendi. Tur bir anda farklı bir boyut kazanmıştı aslında onun için. Özellikle dün geceden beri çok farklı hissetmeye başlamıştı. Bu durumdan oldukça hoşnuttu tabii..Eski günlerdeki gibi heyecanlanmak iyi gelmişti..Damarlarına yeniden kan dolduğunu, stent takılı kalbinin farklı attığını hissediyordu. Hatta sona yaklaşan turun bile bitmesini istemiyordu. Oysa henuz sadece tanışmışlar, uzun bir sohbet yapmışlardı, hepsi buydu. Ama yılların tecrübesi ile yanılmadığını hissediyordu.
Bütün gün görmemişti, akşamı iple çekiyordu. Hatta Marsilya’da dolaşırken, rastladığı bir dükkandan Marsilya’yı simgeleyen camdan bir martı biblosu almıştı, oteline koyması için..Odasından çıkarken son kez aynaya baktı, siyah suit içinde daha bir fit görünüyordu bu akşam..Özenle hediye paketini de yanına aldı ve restaurantın yolunu tuttu.
Gemi Marsilya’yı arkasında bırakırken, masasına oturdu, henüz pek fazla kimse yoktu salonda..Marsilya’nın ışıkları giderek küçülürken, salondaki ışıkların parlaklığı artıyordu..3 kişilik bir orkestra sakin yemek müzikleri çalıyordu. Her geçen dakika kapıdan yeni birileri giriyor ve masalarına oturuyorlardı. Derken iki oldukça yaşlı bayan masaya yaklaşıp, başlarıyla selam verip, masaya oturdular. Adam da başıyla selam verdi ama bir yandan da şaşkın şaşkın bakıyordu kadınlara..Anlam verememişti, bu kadınları tanımıyordu ki..Oysa kadınlar gayet samimi davranmışlar ve hatta gununun nasıl geçtiğini sormuşlardı, ingilizce olarak..Kısa kısa cevaplar verdi ama şaşkınlığı geçmemişti..Bir yandan da çevresine bakınıyordu..Diğer kadınları görebilir miyim diye..Ama hayır yoklardı. Ve salon neredeyse dolmuştu. Çorbasını içti hızlıca..Tekrar baktı kadınlara, bir tanesi “bu akşam hangi şarabı önereceksiniz bize” diyerek gulumsedi adama..Şaşırmıştı bir kez daha..Daha önce şarap mı önermişti bu bayanlara..Nereden biliyorlardı şarap ilgisini? O sırada yanına gelen garsona dayanamayarak masadaki geçen akşam ki bayanların nerede olduklarını sordu belli etmeden diğer kadınlara..Garson önce anlamamış gibi durup, adamın yüzüne dik dik baktı ve soruyu tekrar ettirdi , yanlış anladığını düşünerek..Hayır doğru anlamıştı, ve “efendim, turun başından beri aynı bayanlarla yemek yiyorsunuz” diyerek durdu, “bir sorun mu var acaba?” diye de ekledi arkasından..Garsonun şaşkın bakışını görünce “ha yok birşey, biraz başım ağrıyor sanırım bu akşam” diye cevap verdi..Garsonun “Marsilya’da..güneşte...” dediğini duyar gibi oldu ama sonunu dinlememişti bile..Kafasını kaldırıp kadınlara baktı tekrar, kendisine yakın olan siyah gece elbiseli olan bayan yüzüne düşen bembeyaz saçlarını düzeltirken gülümsüyordu, gamzesi çıkmıştı...Baka kaldı kadının gamzesine..Fresh ama baharatlı koku masadaki çiçeklerin kokusunu bastırıyordu..Arkasına iyice yaslanıp, kadehini kafasına dikip tüm şarabını içip, tekrar kadına baktı. Kadın tatlı tatlı gülümsüyordu gamzeleri ile..
20/07/2010