28 Şubat 2011 Pazartesi

Ciğer Tava

Yaklaşık 10 yıldır her sabah girdiği binaya o gün son kez giriyordu. Bu durum sabah kalktığından beri aklından hiç çıkmamıştı. Nitekim binaya girerken duraladı hafif.. Masasına oturduğunda aslında tamamen sıradan, herhangibir gündü. Ama onun son günüydü o ofiste. Profesyonel hayatta olabilecek, ama hiç planlanmamış adeta sürpriz olmuştu bu iş değişikliği. İki banka birleşiyordu ve ona da başka bir grup şirketinde iş önermişlerdi. Hiç düşünmeden kabul edip, bir hafta içinde işlemleri tamamlamış ve işte son günü gelmişti. Henüz çok farkında değildi elbette, ara sıra düşünüyor ama sonra vazgeçiyordu düşünmekten. Çünkü tatsız, beklenmedik ve üstelik iyi olup olmayacağı belli olmayan bir yola giriyordu.
Aslında sorulacak çok soru vardı, söylenecek çok laf. Hatta kızılacak çok insan, küfredilecek çok durum. Hiç birini yapmamaya dikkat ediyordu. Elbette ilk duyduğunda insani tepkiler vermiş ve doğal olarak kızmıştı. Hem sürecin çok hızlı ilerlemesi, hemde ortamı gördükçe bu kızgınlığı yerini bezginliğe bırakmış ve biran önce oradan uzaklaşmak istemişti. Yapacak birşey yoktu ve en doğru hareket geriye  hiç bakmamak sadece ileriye bakmak olduğuna karar vermişti. Kolay değildi bu olgunlukta davranabilmek elbette. Herkesin yapabileceği, kaldırabileceği bir durum hiç değildi. On küsür yıl emek verilen, zaman verilen, efor sarfedilen bir işin son sahnesi böyle mi olmalıydı?
Penceresinden dışarıya baktı. Hava kapalı buz gibi, dalgalar köpük saçarak kıyıya vuruyorlardı. İstanbul’da tipik bir kış günü yaşanıyordu. Sonra masasına döndü, toparlanması gerekiyordu ama içinden gelmiyordu . Bayağı bir eşyasını halletmişti, aslında atmıştı demek daha doğru olurdu. Bir daha ihtiyacı olmayacağını düşündüğü kitap, evrak, rapor vs ne varsa atmıştı. Attıkça hafifliyordu sanki, daha iyi hissediyordu kendisini. Her attığı raporda, kağıtta bir sürü anılar, olaylar aklına geliyor; kah gülüyor, kah somurtuyordu. Her bir kağıtta aslında saatler, günler hatta aylar gizliydi oysaki. Şimdi hepsi tek tek kağıt kıyma makinasından aşağı dökülüyorlardı. Bir yandan da ne kadar hızlı geçtiğine şaşırıyordu zamanın. En başından itibaren gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçiyordu yaptığı işler. Daha dün gibiydi adeta bankaya başladığı günler. Ve hızla akıp geçip gitmişti zaman. İnsan hiç bir zaman nasıl gideceğini, yada nasıl sonlanacağını bilemiyordu işte. Bunu düşünmüyordu hiç bir zaman. Herhalde doğası gereği hep iyi olacağını ve bu şekilde devam edeceğini düşünüyordu.
Yemekte bir kaç arkadaşı ile birlikte gitmekten memnun oldukları, ama bir öğle yemeği için pahalı sayılabilecek lokantaya gittiler. Bu lokanta her zaman mutlu ederdi onları. Yemekler müthiş lezzetli olurdu, hele de tatlılar.. Dayanılmaz olurlardı. En keyifli yemeklerini burada yerlerdi.  Ne garip belkide bu lokantaya da bir daha gelmeyeceğini düşünerek girdi kapıdan içeri. Malum artık bu lokasyonda olmayacağı için öğle yemekleri için buraya gelmesi mümkün değildi. Ama yemekleri görünce keyfi yerine geldi. Aslında hepsi de keyiflendiler. O gün menu yine çok zengindi. Her zamanki yediği ciğer tavadan söyledi ve yanında müthiş yoğurttan. Arkasından gelen sütlü kadayıf ile yemek adeta taçlanmıştı.
Çaylar geldiğinde herkes mayışmış, keyiflenmişti. Aslında bu kadar basitti mutlu olabilmek. Lezzetli bir yemek, tatlı ve bir ince belli bardakta çay. Hayatın bu karmaşasında , koşturmasında üzülmekte çok kolay, mutlu olmakta çok kolaydı.
Çayı yarılamıştı ki, birden bire midesine bir kramp saplandı. Daha önce hissetmediği şekilde bir ağrıydı ve aniden midesi bulanmaya başladı. Çok anlamadı ne olduğunu ama aceleyle lavaboya gitmesi gerektiğini düşünerek hareketlendi. Bulantı artıyordu. Nitekim sarı çinili tuvalette öğürmeye başladı. Çok güzel yapılmış sarı çinileri görecek hali yoktu tabii ki. Bir yandan öğürüyor, bir yandan da ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Herhalde ciğer dokunmuş olmalıydı. Ciğeri düşündükçe midesi daha çok bulanıyor, öğürtü artıyordu. Yüzünü yıkayıp aynaya baktığında suratının allak bullak olduğunu gördü. Garip, geldiği gibi geçmişti bulantı ve karın ağrısı. Arkadaşları suratını görünce meraklandılar. Çünkü giderken hiç belli etmemişti bulantısını ve sıkıntısını. Herkes ciğerin dokunmuş olabileceğini düşünüyordu, hemen masalar arasında dolaşan mekan sahibine aktardılar konuyu. O da şaşırdı. Hiç kimse ciğerden şikayet etmemişti çünkü bugün. Zaten her zaman aldıkları yerden ve yine günlük olarak aldıklarını söyledi. Keza kadayıfta taze yapılmıştı. Çok üzülmüştü adam, birer çay daha ikram etti hemen hepsine.
Evet iyiydi artık ve gidebilirlerdi . Çok istemeselerde ofise dönmekten başka çare yoktu . Hepsi de farkındaydı elbette, çalışmadan hayata devam etmek mümkün değildi; hatta işi çıkardığınızda geriye önemli bir şey kalmıyordu günümüz çalışanlarının hayatlarının. Hayatta var olmanın, kendini ifade etmenin ve hatta tanımlamanın, kısacası kimliklerimizin önemli bir kısmını oluşturuyordu iş hayatı.
Masasına döndüğünde kaldığı yerden devam etmeye başladı. Son kolisini yapıyordu artık. Ciddi bir evrağı attıktan sonra, ağırlıklı olarak şahsi evraklarından oluşan son dosyaları da yerleştirdiğinde hemen hemen toplanmış olacaktı. Topu topu iki küçük kolicikti işte özeti on küsür yılın. Geriye temiz bir masa bırakıyordu, sanki hiç çalışılmamış gibi, hiç orada olunmamış gibiydi baktığında.
Artık yeni bir sayfa açılıyordu hayatında, bu sayfayı olabildiğince temiz, yeni tutmak istiyordu. Ne kadar mümkün olabilecek bunu zaman gösterecekti elbette. Ama o elinden geldiğince böyle hissedip, böyle davranmaya çalışacaktı. Nitekim bu durum gelen telefona kadar devam edebildi. Arayan doktoru idi. Müjdesini istiyordu. Hamileydi.
Telefonu kapadığında tam anlamıyla bir şok yaşıyordu. Sayfa aniden gerçekten bembeyaz olmuştu. Bu haberde yeni bir sürprizdi, yine plansız, hazırlıksız bir durum vardı karşısında. Sevinci, üzüntüsü, kırgınlığı hepsi birbirine karışmıştı. Ne yapıyordu, neden yapıyordu hatırlamıyordu. Ne yapacağını da bilmiyordu. Çevresine bakındı, ofiste herhangibir gün bitmek üzereydi. Hava kararıyor, köprünün ışıkları yanıyordu.
Gülümsedi, ciğer aklamıştı kendisini.

18/02/2011

Dönme Dolap

Tramvaydan indiğinde hava iyice kararmıştı. Karanlıkla birlikte soğuk da birden artmıştı sanki.. Paltosunun yakalarını kaldırıp, adımlarını hızlandırdı. Sokak ve caddelerin ışıkları yanmaya başlarken, asıl cümbüş Christmas nedeniyle ışıklandırılan ev ve bahçelerde idi. Yaklaşık üç gündür yağan kar bugün dinmişti. Etraf bembeyazdı, adeta bir masal kitabından fırlamış gibiydi küçük şehir. Huzurlu ve düzenli.
Otelin bulunduğu sokağa dönecekti ki, birden çocuk kahkahaları çınladı kulağında.. Kafasını çevirdiğinde semtin christmas için kurulan minik lunaparkını farketti.. Almanya’nın hemen her yerinde kurulan irili ufaklı yılbaşı pazarlarından biriydi. Minik minik hediyelik eşya satılan dükkanlar, yiyecek, içecek satıcıları ve mini bir lunapark.. Hepsi ışıl ışıl, cıvıl cıvıldı.. O soğukta insanın içini sıcacık yapıyordu o görüntü.. Kendini o ışıltıların içine atmaktan alıkoyamadı ve pazara doğru yönlendi.
Bir kaç tane yan yana hediyelik eşya satan dükkan, hemen yanında bir sosisçi, sıcak şarap ve sıcak yemek satan bir yer, sonra bir kaç hediyelik eşyacı daha.. Hepsinin ortasında ise minik bir carusel, bir kaç jetonlu oyuncak ve yine minik bir dönme dolap.. Henüz dükkanların olduğu bölüm çok kalabalık değildi ama lunapark kısmında ciddi sayıda çocuk vardı. Soğuğa ve akşama rağmen aileler çocuklarını getirmekten çekinmemişlerdi. Çocukların yüzü kıpkırmızı olmuştu ayazdan.. Ama hepside sağlıklı ve çok mutlu görünüyorlardı. Sosisli sandviçini ve birasını alıp , tam dönme dolabın karşısındaki banka oturup çocukları izlemeye koyuldu.
Çocuklar neşe içerisinde, çığlık çığlığa kızakları ile kayıyorlardı. Yüzleri kıpkırmızı olmuştu Ankara’nın meşhur ayazından.. Sokağın bir bölümü yokuştu ve günlerdir yağan kar yokuşu adeta bir kayak pisti haline getirmişti.  Hatta yürüyerek evlerine gidenler yokuşu çıkarken zorlanıyorlardı. Kaymaktan adeta cam gibi parlıyordu yol. Arabalar zaten çıkmayı denemeyi bırakmışlardı bir kaç gündür. Mahzun mahzun pencereden çocukları izliyordu.. Hasta olmuş ve neredeyse yataktan çıkması yasaklanmıştı. Bu sefer hastalığının çok ciddi olduğunu ve hatta her gün iğne olması gerektiğini söylemişti doktor. Güzelim kar tatilini yatakta geçirdiğine mi, yoksa her gün olduğu penisilin iğnelerinin acısına mı üzülsün bilemiyordu. Söylediklerine göre zatürre olmuştu, belki okula bile bir süre gidemeyecekti. Annesi başından ayrılmıyor ve sürekli yiyecek, içecek birşeyler getiriyordu. Oysa sadece dışarıdaki çocuklara bakıyor ve nasıl da özeniyordu eğlenmelerine.
Yavaş yavaş kalabalık artıyordu pazarda. İnsanlar çoluk çocuk demeden, havanın soğuna aldırmadan ortalığı doldurmaya başlamışlardı. Normalde bu saatlerde tüm dükkanlar kapanmış, herkes evine çekilmiş olurdu ama christmas nedeniyle herkes kendini sokağa atıyordu.. Ortalık cıvıl cıvıl, hatta gündüz gibiydi. Senede bir kez olan bu geleneksel yılbaşı pazarları hala halkın çok sevdiği ve hoşlandığı aktivitelerdi. Tüm Almanya genelinde irili ufaklı binlerce pazar kuruluyordu bu şekilde.
Küçük kız dönme dolaptan inmek istemiyordu. Banka oturduğundan beri, aynı salıncakta dönmeye devam ediyordu. Her duruşta annesi hamle yapıyor ama indirmeyi başaramıyordu bir türlü dönme dolaptan. Her ne kadar küçük bir dönme dolap olsa da, sonuçta yerden 5-6 m yükseğe çıkıyor ve küçük çocuklar için tehlikeli olabilirdi. Annesinin yüzünden bu endişeyi okumak mümkündü ve hiç haksız sayılmazdı. Ama küçük kız müthiş eğleniyor ve her tepeye çıkışta, annesine nazire edercesine el sallıyordu.
Ablası binmek istememiş, sadece kendisi binmişti o gün dönme dolaba. Lunaparka her gelişte binerlerdi bir kez. Çok heyecanlı olmaması ve en yukarıdaki manzara her defasında çok hoşuna giderdi. İlk kez tek başına biniyordu. Yiğitliğe leke sürmemiş ve korkmadığını söylemişti annesi ile babasına. Yavaş yavaş yükselmeye başlamışlardı. Malum her salıncakta neredeyse bir kez duruyordu dolap ve çok ağır hareket ediyordu. Aslında her zamankinden farklı değildi. Ama o gün yalnızdı salıncağın içinde. En tepeye geldiklerinde yine durdular. Oldukça yüksekte olduklarını düşünmüştü. Sanki daha önce bu kadar yükselmiyordu bu dolap. Neyse yeniden alçalmaya başlamıştı. İkinci tura başladığında biraz rahatlamıştı artık. En alt noktayı geçerken el salladı annesi ile babasına, ablası bakmamıştı, ilerideki salıncaklara bakıyordu o sırada. Yeniden yükseliyordu işte. Yine o kadar yükselecek miydi acaba? Dura dura çıktılar tepeye ve yeniden durdular. Biraz manzaraya bakıp keyfini çıkarmak istedi ama için için alçalmasını bekliyordu aslında. Ama hareket etmiyordu. Biraz daha vakit geçti ama hala hareketlenmemişti. İlk kez bu kadar uzun duruyordu. Yada ona öyle geliyordu. Hala bir hareket yoktu ve esen rüzgarla salıncak sallanıyordu. Daha önceden farketmemişti rüzgarın salıncağı salladığını. Hiç hoş değildi. Korkmaya başlamıştı, hatta tir tir titriyor demek daha doğruydu. Nitekim yalnız değildi, çünkü salıncaklardan çığlıklar yükselmeye başlamıştı bile. Müthiş rahatsız ve tedirgin edici bir durumdu. Yavaşça korkuluktan tutunup aşağı baktı. Birkaç kişi koşturuyordu, annesi ile babasını seçti hayal mayal. Ablası da artık kafasını kaldırmış dönme dolaba bakıyordu. Demek ki olağan olmayan duurmlar vardı aşağıda. Ya hiç hareket etmezse, ya burada bütün gece kalmak zorunda kalırsa, ya rüzgar şiddetlenir ve salıncağı daha fazla sallarsa.. Hayır düşünmek istemiyordu bile bu durumları. Bildiği duaları okumaya başlamıştı, kendi kendine yeminler ediyordu; binmeyecekti işte bir daha dönme dolaba.. Hele bir aşağı insin, bir daha aklından bile geçirmeyecekti binmeyi. Kimbilir belki lunaparka bile bir daha gelmezdi. Annesi ile babasının başının etini yemezdi, lunapark diye tutturmazdı artık. Oturak kısmından aşağı inmiş, iyice küçülmüş, gözlerini sımsıkı kapatmıştı. Kalbi küt küt atıyordu.   Ne kadar kaldı hatırlamıyordu o durumda, ama yıllar gibi gelmişti ona. Hareket mi etmişti? Evet nihayet iniyorlardı işte.
Küçük kız ağlıyordu. Annesi çeke çeke dönme dolaptan indirmişti, kızda ağlamaya başlamıştı. Kaç tur atmıştı kimbilir. Ama annesi oldukça kızgındı.
Bu dönme dolapları kaldırmalıydı belki de.. Zaten hiç bir heyecanı da yoktu, neden koyuyorlardı ki lunaparklara.


11/02/2011